18.03.2022, 15:29

Doktor Civanım

Tıp Bayramları için eski yıllarda yapılan tıp baloları bazen anlatılarda bazen bir filmde karşımıza çıkar. Cüneyt Arkın ve Filiz Akın’ın başrollerinde oynadığı “Küçük Sevgilim” adlı filmde altın makas Dr. Murat Akova, ortadan kaybolduktan yıllar sonra Tıp Balosunun yapıldığı yerin girişinde eski öğrencileri tarafından görülerek selam verilir ancak oradan kaçar. Melodram unsurları bir tarafa, ülkede nitelikli bir cerrahın zor bulunması ve bu cerrahın, Sayın Bakanın ifadesiyle yere düşmüş olmasına rağmen değerinden bir şey yitirmemesi filmin sonuna doğru yaptığı ameliyatla ortaya konur. Yaşayamadığı hayatın ve aşkının ağırlığı altında ezilen mutsuz bir figürdür Dr. Akova. Neden böyle bir fedakârlık yapar? Neden eşi Nevin ölene kadar sevmediği halde onunla kalır? Neden sevdiği Lale’ye gitmez? Bunlar yaşanırken neden kariyerini bir kenara atar?

Bu soruya, gerçek hayattaki hekimlerin Dr. Akova’dan daha iyi yanıt verebileceklerinden şüpheliyim. Ancak konu biraz daha incelenmeyi hak etmektedir. Hekimler neden istemedikleri hayatları yaşar? Neden sevmedikleri insanlarla haşrolur ve neden sevmedikleri işler veya uğraşlar uğruna hayatlarını cendereye çevirirler? Hekimler neden mutsuzdur? Neoliberal politikalar insanı mutsuz etmeye yeter mi tek başına?

Ekonomi politikaları konunda yazılanlara bakarsanız, ister istemez bir noktada nüfusun sosyolojik analizini yapmak orunda kalırsınız. Özellikle bizim gibi fakir toplumlarda, sosyolojik katmanlar ve ekonomi ilişkisi anlaşılmadan, birçok dinamik anlaşılamayacaktır. Son ekonomik kriz ile gündeme gelen orta sınıf kavramı bunlardan biridir. Aslen, Marksist bakış açısının bir yere koymakta zorlanacağı bir ifadedir orta sınıf. Ancak, günlük dilde ifade edecek olsak toplum akışkanlığının en temel unsurlarından biri olduğunu kabul etmemiz gerekir. Orta direk, fakir ailelerin kendilerini üst katmanlara doğru ilerletebilmelerinin bir yoludur. “Neşeli Günler” filminde kavga eden yokluk içindeki turşucu aile, yokluk içindeyken dahi geleceğe ümitle bakar ve hiçbir kavgadan çekinmeyen Adile Naşit’in veya Münir Özkul’un çocuklarının eğitimleri konusunda ellerinden gelen tüm hassasiyeti gösterdikleri görülür. “Bizim Aile” filminde Yaşar Usta, kendilerine zulmeden oğlunun sevgilisi kızın babası olan fabrikatöre “Sen mi büyüksün ben mi büyüğüm” diyerek meydan okur ve sonrasında evden atıldıklarında dahi çocukların üniversitedeki derslerinden geri kalmalarına izin vermez. Bu tür melodramların prototipi olan Luchino Visconti’nin yönettiği  “Rocco ve Kardeşleri” filminde keza yoksul ailenin geleceğe umutla baktığını görürüz. Filmin son sahnesinde, fabrikanın düdüğüyle işlerine doğru hareketlenen işçiler, yeni yapılmış yollar ve yeni yükselmekte olan yüksek binalar bir geleceği haber vermektedir. Duvar afişlerine elleriyle dokunarak ilerleyen çocuk özelinde, bir yandan işçi olma imkânlarını bir yandan popüler kültürün öznesi ve nesnesi olma halini kitabi olarak gösterir Visconti. Umut vardır, her şekliyle.

Melodramların modası seksenler ile geride kalacaktır. Burada özellikle iki ürün dikkatimizi çekmelidir. 1980 yılında yayına başlayan MTV ile gündeme gelen video klipler ve kısa süren bir erotik film rüzgarından kurtulan Yeşilçam’ın yeni gerçekçiliği. MTV sayesinde müzik dinlemenin yerini müzik videosu izlemek almıştır. Müzik albümlerini satmak için şeklen reklamlar (video klipler) albümlerden fazla ilgi toplamaya başlamışlardır. Popüler kültür, müziği dinlenen bir şey olmaktan çıkarmış ve görsel bir ifadeye büründürmüş ve bu arada alıp satılan bir meta olarak tüketime sunmuştur. Artık “Ay Işığı Konçertosu” ile duygulanmak yerine Guns’n Roses adlı grubun “November Rain” şarkısının video klibinde ölen güzel kıza üzülürüz. Gerçek görsel malzemeyi arayacağımız sinemada üç film çok ilgi çekici. İlki, hala melodram özelliklerini taşıyan Şerif Gören’in yönettiği 1981 tarihli “Herhangi Bir Kadın” adlı filmdir. Bu filmde zengin fabrikatör kızının (Yıldız-Hülya Koçyiğit) hayatın gerçekliğini öğrenme isteği, başarılı mühendis (Murat-Cihan Ünal) ile medeni bir şekilde yaşadığı ilişki yanında bir handa kalıp oda arkadaşı (Yaman Okay) dışında içini dökecek kimsesi olmayan işçinin (Cemal-Tarık Akan) platonik aşkı anlatılırken toplum dinamikleri biraza karikatürize edilmekle beraber ortaya konmaktadır. Cemal, hala ümitlidir gelecekten. Murat ise okuyup başarılı olmuş, yukarıda bahsettiğimiz orta sınıfı da geçerek toplumun üst kesimlerine doğru tırmanabilmiştir. Kartal Tibeti’in yönettiği 1988 tarihli “Öğretmen” adlı filmde, Hüsnü (Kemal Sunal) sadece umutlarını değil akıl sağlığını da kaybedecek ve hayatı alt üst olacaktır. Hâlbuki daha 1983 yılında, Kartal Tibet yine yönetmen ve Kemal Sunal yine başrolde olduğu halde çektikleri “Doktor Civanım” adlı filmde Kemal (Kemal Sunal) doktor taklidi yaparak hem saygınlık hem de para kazanabilmiştir. Peki, bu beş yılda doktor taklidiyle bile para kazanabilen Kemal, akıl sağılığını yitiren öğretmen Hüsnü’ye nasıl evrilmiştir?

Bu soruyu uzun bir neoliberalizm analizi yaparak yanıtlamak mümkündür. Ancak burada bizim için önemli olan bu toplumsal geçişkenliğin kaybolmasıyla umutların kaybolmasıdır. “Çocuklar okusun yeter ki” diyen Yaşar Usta’nın güveneceği bir gelecek görünmüyor ne yazık ki. Onun ötesinde, okumuş olan çocuklar pek öfkeliler. Yaşar Usta onları okula gönderdi göndermesine, her türlü fedakârlıkla. Ancak, beklenen vuslat gerçekleşmedi. Taklidiyle bile para kazanılan doktorluk artık profesörlük unvanı olsa dahi kayda değer bir kazanç getirmiyor. Hekimler de bunun farkında ve çok öfkeliler.

En çok izlenen TED konuşmalarından birini yapan Sir Ken Robinson, eğitimden bahsederken “hiçbir fikrimiz olmayan bir gelecek için insanları nasıl yönlendirmeliyiz” sorusunu sorarak geleceği kurmaktan ve bu geleceği kuracak gelecek nesillerin zihinlerini yaratıcı olmaya teşvik etmenin öneminden bahsediyor. Günümüz genç hekimleri, 1980’lerde yaşadığımız dönüşüm sırasında veya sonrasında doğdular. Sınav sistemlerinin sürekli değiştiği dönemlerde ilk ve orta eğitimlerini tamamladılar. Dolayısıyla, çok genç yaşta, maç oynanırken kuralların değişebildiğini gördüler. Tüm oyunbozan tavırlara karşın sebat edip kendini ve ailesini üst katmanlara taşımak isteyen gençlerin tercihi son yıllarda ağırlıklı olarak tıp fakülteleri oldu. 1990’ların başında tıp fakülteleri özellikle ODTÜ, Boğaziçi ve Bilkent gibi üniversitelerin elektrik, bilgisayar ve endüstri mühendisliklerinin arkasında yer alırken, giderek daha önce çok gözde olmayan tıp fakültelerinin dahi çok üst puanlarla öğrenci çekebildiğini gördük. Bu öğrenciler, geleceğe umutla bakıyorlardı, Rocco ve kardeşleri gibi.

Aslında 2002 yılından sonra işler tıp öğrencileri için gayet iyi gidiyor gibiydi. Önceden konmuş olan mecburi hizmet kaldırılmış ve ödemelerin düzeleceği umudu doğmuştu. İlk darbe 2005 yılında tekrar mecburi hizmetin gelmesiyle geldi. Bu sefer, işler ciddi görünüyordu ve bu mecburiyetten kaçış yoktu. Binlerce hekim, eksiklikleri tamamlamak üzere Anadolu’nun dört bir tarafına dağıldı. Aslında, hekimlerin ilk başta hoşlarına gitmese de yıllar sonra tekrar vatan hizmeti yapacak bir nesil doğmuş gibiydi. Dört bir yandan, bir şeyler yapmak isteyen hekimlerin canlandırdığı Anadolu il ve ilçelerinin ve köylerinin hekimle buluşma sahneleri basında yer buldu. “İlimizde yapılan ilk bilmem ne ameliyatı” başlıklı haberler yerel basının manşetlerinden inmiyordu. “Ülkenin, Avrupa’nın, Balkanlar’ın veya Dünyanın (artık hangisi kolayına geliyorsa) en bilmem nesi“olan bir alet veya malzeme veya uygulama o ilçede ilk kez yapıldığı için toplum olarak kalkınmış hissediyorduk. Mutlulukla geleceğe bakıyor ve Demet Akalın’ın “bir sen bir ben bir de bebek” nakaratıyla oynuyorduk çılgınlar gibi. Aynı zamanlarda Nuri Bilge Ceylan Cannes Film Festivali’nden büyük ödülle dönüyor bir yandan Recep İvedik esprileri sinema salonlarını hıncahınç dolduruyordu. Çok neşeliydik.

Buraya sığdıramayacağımız bir seri olaydan sonra herkesin ağzının tadı kaçtı. Recep İvedik serisi uzadıkça espriler güldürmemeye başladı. Salonlar doluyordu ama seyirciler gülüyor muydu yoksa patlayıcı bir manik neşe mi saçıyordu bilemiyorduk. Gözlerimiz yaşlıydı birçok sebeple…

Hekimlerin sıkıntılarının giderek artarken 2012 yılında çok kötü bir şey oldu. Mecburi hizmetini yapan genç bir göğüs cerrahı bir hasta yakını tarafından öldürüldü. 17 Nisan 2012 tarihinde öldürülen Op. Dr. Ersin Arslan, henüz 30 yaşındaydı. O günlerde hekimlik yapan hiç kimse Ersin’in ölümünü unutamayacaktır. O bıçak hepimize saplandı sanki. Ancak, yılların ataletiyle uyuşmuş ve herkesi memnun etme gayretiyle kendine yabancılaşmış hekimler bir tepki veremedi. Giderek hekim derneklerinin ve meslek odalarının yetersizliği görüldükçe hekim sendikaları konuşulmaya ve bazı küçük girişimler olmaya başladı. Ancak hekimler yanıt veremeyecek kadar meşgul ve kendi ailelerinden öğrendikleri kadarıyla tank sesinden korkar bir haldeydiler. “Ölenler ölmez” minvalinde anlamsız protestolar harici bir ses çıkmadı.

Lakin yıllar geçtikçe, Pazar akşamları evde toplanıp “Bizimkiler” adlı diziyi izleyen kuşak yerine “Pokemon” ekibi çalışma hayatına atıldıkça anlayış değişmeye başladı. “Şeker Kız Candy ve Anthony” ile duygulanan nesil yerine “pika pika” diyerek dönüşüm yaşamak isteyen gençler kendilerine sunulan şeyi hiç beğenmediler. Süper bir şey haline dönüşemediler de. Halbuki o sınavlar ve o çalışma sayesinde her şeyin istedikleri gibi olacağını söylememiş miydi anne babaları? Gelecek güzel günler için beraber ödevler yapılmış, astım ilaçları aksatılmamış ve nice hazırlıklar yapılmamış mıydı? Ne oluyordu şimdi? Kendilerine “Yarın sınavda başarılar” diyen cici “Devlet Amca” şimdi neden kızgın bir şekilde bağırıyordu?

Bu kafa karışıklığı, işlenen yeni cinayetler, sağlık alanında yeni şiddet haberleri ve bunların kanıksanması bu gençler üzerinde çok yıkıcı bir etki bıraktı. Gelecek denen o güzel günlerin gelmeyeceği belliydi. Üstelik göründüğü kadarıyla bugün de tehlike altındaydı. Fakir olmamayı başarmış gibi görüyorlardı bu kadar çabalarından sonra. İşleri daha acıklı hale getirecek şekilde, “BBG evi” sayesinde 2001 yılından beri şöhret ve para kazanmak için bırakın bir şey yapmayı bir niteliğiniz olması bile gerekmiyordu. O halde, o kadar sıkıntı boşuna çekilmiş gibiydi. Üstelik 3 Ağustos 2010 yılında yayınlanan yönetmelik ile özel muayehane açmak işi de imkânsız hale gelmişti. Yani, şöhret kazansanız bile bir şekilde bu şöhretin size pek faydası olmayacak gibiydi. Hekim daha çok çalışacak, nöbet tutacak, dayak yiyecek ancak para kazanamayacaktı. 2010 yılın hekimler için diğer müjdesi MHRS sisteminin açılması oldu. “Sağlıkta Dönüşüm” programı çerçevesinde merkezi bir randevu sistemi kurgulayan Sağlık Bakanlığı hekimlerin çalışma programlarını onlara dikte edecek ve muayene sürelerinden hasta sayılarına, izin günlerine bir dizi gündelik düzenlemeyi hayata geçirme fırsatı yakalıyordu. Artık hekimin boynunda bir daha çıkaramayacağı bir boyunduruk vardı. Kamçı olarak kullanılacak “Alo-182” 2010 yılında, BİMER 2006 yılında ve CİMER 2015 yılında hizmete açıldı. Hekim elektronik olarak kamçılanacaktı artık. Sıkıysa bakmasındı gelen randevulu hastaya….

2015 yılında Türkiye’de en çok izlenen ilk 3 film şunlardı: Düğün Dernek-2: Sünnet (İMDB puanı=6.4), Kocan Kadar Konuş (İMDB puanı=6.2) ve Ali Baba ve 7 Cüceler (İMDB puanı=5.8). Eğer ekonomi alanında bir orta gelir tuzağı varsa, bu durum sinema için de geçerli görünüyor. En büyük internet film veritabanında bu filmler vasat kategorisinde sıralanıyorlar. Ortamdaki vasat, hekimi ezmeye başladı 2015’ten sonra. Bir hekim arkadaşımızın öldürüldüğü bir sene olmadan geçirdik mi, inanın hatırlamıyorum. Bu veriyi çıkarmak hiç içimden gelmedi, ne yalan söyleyeyim…

Artık sıkıcı hale gelen şu ifadeyi kullanma fırsatım oldu şimdi: “İlk olarak 2019 yılının Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde görülen…” Ne kadar sıkıcı değil mi? İşte, bu bıktırıcı ve birçok kişin ölümüne neden olan pandemiye, yukarıda özetlediğimiz şartlar içinde girdik. Buna rağmen hekimler, tüm sağlık çalışanlarıyla beraber özverili bir şekilde çalıştılar, çabaladılar ve öldüler. Sonra… Gitmelerinin anlam ifade etmediği bir iklime uyandılar bir sabah. Ne yapsanız boş diyorlardı, sizi ciddiye almıyorlardı, aşağılıyorlar ve konuşmadan ve itiraz etmeden size uzatılan reçeteyi imzalamanızı istiyorlardı.

2021 bazı eski dostları getirdi aramıza. “Leyla ile Mecnun” ve “Behzat Ç” geri döndüler. Bu sefer internet üzerinden yayın yapan ortamlarda seyirciyle buluştular. Eski dostlar başka yerlerdeydi, çünkü insanlar artık yayın kanallarından uzaklaşmışlar, kendilerine bir çıkış arıyorlardı. Bu dönem herkesi en çok etkileyen karakter Agâh Beyoğlu’dur. Haluk Bilginer’in devleştiği “Şahsiyet” dizisinde Agâh Beyoğlu karakteri, adaleti temin etmek için kendi hafızasıyla bir yarış içine görmekteydi. Her şeyi unutmadan önce adaleti elleriyle sağlamak istiyordu. Ne kadar yıkıcı da olsa. Hekimler de, toplumun geçmiş acılarını unutmuş olduklarını, yani Agah Beyoğlu’nun korktuğu halin kendi başlarına gelmiş olduğunu o zaman anladılar. Adaleti sağlamaları gerekiyordu ve hiçbir şey hatırlamıyorlardı.

Geçtiğimiz Tıp Bayramı, Alzheimer olmuş bir toplumun hekimlerinin kutladığı bir tıp bayramı oldu. Geçmişini unutan ancak adaletsizliğe tahammül edemeyen hekimler iş bıraktılar. Yoğun bakım ve acil gibi veya kanser hastaları gibi ertelenemeyecek durumlar haricinde elektif işlemler ve muayeneler yapılmadı. “Doktor civanım, seni istiyor canım” diyen topluluk yoktu artık karşılarında. Yine de sabırla dertlerini anlattılar. Hep beraber sağlık için çalıştığımızı, bu çalışmanın kendi sağlıklarına iyi gelmediğini ifade etmeye çalıştılar. Alzheimer olmuş bir toplum, anlayabildiği kadarını anladı ve muhtemelen denenleri çoktan unuttu bile….

Prof. Dr. Adil Polat

Mart 2022

Bağcılar, İstanbul

Yorumlar (0)