15.04.2022, 09:30

Doktor Oblomov

İvan Gonçarov’un 1859 yılında yayınlanan ikinci kitabı olan Oblomov’un baş karakteridir İvan İlyiç Oblomov. Oblomov, kendi konfor alanından çıkmayı reddeden bir karakterdir. Tembelliği onu yok oluşa götürse bile bundan vazgeçemez. Yakın arkadaşı Stolz ve âşık olduğu Olga belki kısa süreli kıvılcımlar yakarlar ancak Oblomov kendisinde olabilecek bir hareketlenmeyi engellemeyi kırsala kaçıp gizlice evlenerek sağlar. Hayatı, kendisine en zararlı olacak tercihleri yapmakla ve hayatın akışına hiçbir müdahalede bulunmamakla geçen Oblomov’a sempati duyar, onun için üzülürüz. Günümüz edebiyatı ve tiyatrosu, romanı iyice irdelemiş ve kitaptan alınan “oblomovlaşmak” fiili günlük kullanımda kendine bir yer bulmuştur. 
Son aylarda giderek yükselen bir ritimle hak arayışına giren hekimlerin oblomovlaşmasını kast ettiğim düşünülmesin bu girişten sonra. Lakin hekimler hali hazırda Oblomovdurlar uzun zamandan beri ve bu kıvılcımın etkisi, Oblomov’un Olga’ya ilgisine benziyor gibidir. Bunun arka planını biraz kurcalamaktan fayda sağlayabiliriz.
Hekimler, birçok farklı medeniyette ve coğrafyada çok benzer bir şekilde toplumsal olarak saygı gören ve genellikle ayrıcalıklı tutulan küçük bir sınıftır. Buradaki sınıf kelimesini Marksist anlamda kullanmıyorum pek tabi. Aztek kültüründe babadan oğla geçen ve toplumda saygı gören bir hekim grubu mevcuttur. Modern tıbbın babası olarak anılan Hippokrates Atina senatosunda övgüler almış, “Büyük Usta”Galenos Roma’da el üstünde tutulmuştur. Abbasi sarayına, halifenin hekimi için özel olarak şarap getirildiğini biliyoruz. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Süleymaniye Medresesi’nde yetişen hekimler hocalarından icazet almadan pratiklerine başlayamamaktaydılar. Daha sonra Galatasaray Tıbbiyesi, Haydarpaşa ve Tıbbiye-i Şahane örneklerinde görüldüğü gibi, gayet ağır bir eğitim alan hekimlerin imparatorluğun en değerli hazinelerinden biri olarak görüldüğünü ve değer verildiğini görmekteyiz. Geçmişten gelen bu anlayış, dilimizde karşılığını bulmaktadır. Birçok atasözü ve deyim bir tarafa, “doktordan satılık araba” veya “doktor eşi” kavramlarının hala bir toplumsal karşılığı vardır.
Bu kadar el üstünde tutulmak ve özellikle Cumhuriyet sonrasında artan eğitim imkânlarıyla nitelikli öğrencilerin tıp pratiğine yönlenmelerinde etkili oldu mutlaka. Ülkenin dört bir yanından nitelikli çocuklar hekim olmak üzere önce İstanbul ve Ankara’ya, sonrasında diğer tıp fakültesi açılan illere akmaya başladılar. Günümüzde, hekimlerin büyük çoğunluğunun orta sınıf ailelerin çocukları oldukları görülmektedir. Toplumsal bağların hala Avrupa’ya göre çok daha yakın olduğu ve ailelerin bağları belirli ölçüler içinde korudukları ülkemizde, hekim olmak, o aile açısından çocuğu şahsında toplumun üst sınıflarına yükselmek anlamındaydı çok yakın zamana dek. Eğitim ve çalışma şartlarının ağırlığı, bu çocuklar için çok fazla sorun teşkil etmiyordu. Neticede sadece kendilerini değil ailelerinin de umutlarıydı onlar. Her ne kadar, çekirdek ailelerin sayısı artmış ve insanlar geniş ailelerinde kalmıyorlarsa da çocuklarının başarısı ve eriştiği refah düzeyi aileleri mutlu etti. Daha küçük bir grup ise dar gelirli aile çocuklarıydı ki onlar gerçekten bir yandan ailelerinin yüklerini taşımalarına destek olmak da istiyorlardı.
Uzun bir süre boyunca, başarılı öğrencilerin ve ailelerinin bu mutlu bir toplumsal yolculukları devam etti. Lakin sağlıkta dönüşüm bu toplumsal hareketliliğe ciddi bir darbe vurdu. Bu etki önceleri pek anlaşılır değildi. Çünkü özellikle yüksek döner sermaye ödemeleri ve özel sektörde hala mevcut çalışma pozisyonları hekimleri eskisi kadar olmasa da bir derece tatmin edebiliyordu. Kişiler evlerini ve arabalarını alıyor, Avrupa seyahatlerinde anılar biriktiriyor ve başta yatçılık olmak üzere eskiden lüks olarak görülen uğraşılar edinebiliyorlardı. Açılan yeni hastaneler ve üniversiteler sayesinde akademik yükselme ve akademik pozisyonlara atanma imkânlarıyla güzel bir gelecek hayali kurmaya devam edebiliyordu hekimler. Ancak, konuşulmayan bazı konular vardı ve bunlar dile geldiğinde konuyu kapatmak herkesin işine geliyordu.
Döner sermaye yönetmeliğinin ve SGK ödemelerini düzenleyen Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) şartlarının hekimlerin boynuna dolanmış bir boyunduruk olduğu bir yerden sonra görmezden gelinememeye başlandı. Önceden sadece bazı beceriksizler (!) yeterince yüksek döner alamıyorken giderek daha çok kişinin döner sermaye ödemeleri azaldı. İş yükü her gün artıyor, kazanımlar geriliyor ve bunlarla eş zamanlı bozulan ekonomik durum nedeniyle alım gücü kaybı telafi edilemiyordu. Yine de, bir süre daha, tıpkı Oblomov’un Taranteyev’in aşağılamalarına neden tahammül ettiğini anlayamadığımız gibi, hekimlerin ağırlaşan şartlara bir itiraz göstermeden tahammül ettiklerini gördük. Kazançlarının azalması bir yana artık boyunlarına vurulan BİMER-CİMER-SABİM gibi tasmalarla olağan şüpheli haline gelmişti doktorlar. Sağlıkta şiddet, daha önce hiç olmadığı kadar arttı. Önceki yıllarda da hekim cinayetlerine tanık olmuştu bu ülke, ancak bu kadar sık bir şekilde ve aleladeleşen bir hekim kıyımı görülmemişti. Hastalar hasım olmuş, sözlü ve fiziksel şiddet, özellikle devlet hastanelerinin günlük rutinleri haline gelmişti. Bu şartlarda pandemi koşulları geldi.
Pandeminin özellikle ilk senesinde işler, koşullarından şikâyet etmesi beklenen hekimlerin cansiperane mücadelesine tanık olduk. Sanki başka hiçbir dertleri yokmuş gibi mücadele verdiler pandemi döneminde. Yüksek sesle anılmayan olaylar da olmuyor değildi. Döner sermaye ödemelerine alışkın ve hatta mahkûm hale gelen, özellikle kıdemli hekimlerin daha alt kıdem hekim ve diğer sağlık çalışanlarının sıkıntılarını hiçe sayarak sadece kendi alacakları performans ödemelerine odaklandıkları konuşulmaya başlandı gizliden gizliye. Hekimlerle beraber çalışan diğer sağlık çalışanları birçok durumda ödeme alamazken, fazla mesai yapmasa dahi birçok kişinin en üst düzeyden ödeme alıyor olması çalışanlar arasında sıkıntı yaratmaya başladı. Bakanlık düzenleyici önlemler almaya çalışsa da, bu önlemler çalışanların işlerini rahatlatıcı değil, ödeme yapılmasını genel olarak zorlaştırıcı olarak görüldü. Özel sektörde ise, uzun süre hayatın durması kişileri ciddi zor durumlarda bıraktı. Birçok hekim, özel sağlık işletmelerinin kendilerini ne derece sömürdüğünü bu dönemde daha çıplak bir şekilde görme fırsatı buldu. Nitekim pandemi koşulları rahatlayınca özel hastanelerde çalışan birçok hekimin özel muayehanelerinde hizmet vermeye başladığını gördük. Devlet hala güvenli liman diye düşünenlerin de fazla beklemesi gerekmedi. Derinleşen ekonomik kriz kamu sektöründeki hekimleri de özel sektöre yönlendirdi.
Bu dönem, özellikle kapalı sohbet (Wattsap, Telegram, vb) gruplarında farklı tonda yazışmalar başladı. Gençlik yıllarını, ailelerinden aldıkları sıkı tembihle apolitik bir şekilde geçiren hekimler örgütlenmekten ve sendikalaşmaktan bahsediyorlardı. Türk Tabipleri Bitliği (TTB) uzun yıllardan beri genel hekim popülasyonuna yabancı olduğu için, o kapıyı çalmayı hiç düşünmediler. Burada TTB neler yapabilir veya hekimler neden böyle düşünüyor sorularıyla uğraşmayacağız. Ancak, genel eğilim olarak yeni sendikal örgütlenmelerin öne çıktığını gördük, özellikle 2021 son ayı içinde. TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı, haklı olarak, TTB’nin bir sendika olmadığını ve sendikalaşmayı desteklediklerini hemen bu dönemde duyurdu.
Türkiye’de hekimlerin davranışını en büyük ölçüde etkileyen hadise 6 Aralık 2021 günü yaşandı. Hükümetin hekimlerin peşin ödenen döner sermayeyi maaşa dâhil etme ve emekliliğe yansıyacak düzenlemeler olarak duyurduğu değişikliklerle ilgili olarak bazı sendikalar ve TTB iş bırakma kararı verdi. Hastanelerde hemşireler, teknisyenler ve diğer bazı sağlık çalışanları yarım günlük iş bırakma eylemi yaparken özellikle Ankara’dan gelen doktor maketi yakma görüntüleri infiale yol açtı. Hekimler ekip arkadaşları tarafından da terk edilmiş gibiydi. İşte, yukarıda sözü edilen sohbet gruplarında giderek büyüyene öfke, “hekimin hekimden başka dostu yok” düsturuyla yola çıkan hekim sendikalarının katılımcılarının hızla artmasına yol açtı. Hekimsen, Hekim Birliği ve Tabipsen adıyla karşımıza çıkan bu sendikaların birçok anlamda yol arkadaşlığı yaptığı ve siyasi olmadıkları ve sadece hekim hakları üzerine çalışacakları duyuruldu. Hekim sendikaları hakkında yazmak için daha fazla beklemek istiyordum ancak yakın zamanda gelişen bir gelişme planımı değiştirmeme yol açtı: DOST Platformu.
Farklı hekim dernekleri ve sendikalar ile ortaklaşa yapılan bir açıklama altında gördüğümüz DOST Platformu, AHEF, AHESEN, ASEF, Birlik ve Dayanışma, Genel Sağlık İş, Hekim Birliği ve Tabipsen imzalarını taşıyan bir sağlıkçı destek ağı görüntüsündeydi. Hekim haklarıyla ilgili beklentileri sıralıyor ve bununla ilgili yapılacak gelecek eylemlerin habercisi niteliğinde bir duyuru yapıyordu. Ancak, Twitter hekimlerin enteresan itirazlarının aktığı bir mecra oldu bu duyuru karşısında. Bir hekim şöyle diyordu: “3 aylık rüya bitti. Hekimlerin sendikası olacağız diyerek bizi sağlık çalışanı yapamayacaksınız” veya bir diğeri “adınızı sağlık çalışanı birliği yapın” diyerek öfke kusuyordu. Sendikal bir faaliyet olarak bakıldığında, bu tür bir platformun avantajları çoktu. Nitekim bazı hekim sendika yöneticileri bu gerekliliği ve bir federasyon olarak masada oturma hakkı kazanılabileceğini duyurmuşlardı sosyal medyada. Ayrıca, hak kazanım savaşında yanınızda müttefikleriniz olmasından doğal ne vardı? Mücadeleyi kolaylaştırmaz mıydı bu tür birliktelikler? O halde, neden bu öfke? Hekimlerin hayal kırıklıklarının sebebi neydi?
İşin sosyolojik bir incelemeye ihtiyacı olduğu malum. Ana eksen, hekimlerin konumu ve hekimlerin kendi konumları konusunda yaşadıkları kafa karışıklığı. Yıllardır yapılan birçok tartışmada şu tür sorular sorulmuştu eski yıllarda: Hekimler grev veya diğer protesto eylemlerinde yer almalı mıdır? Hekimler yürüyüş yapar mı (yapmalı mı)? Bu tür arada kalmışlıklar, özellikle Ersin Arslan’ın öldürülmesinden sonra biraz geride kalmış ve öfke büyüdükçe “beyaz yürüyüşlerden” “g(Ö)revlerden” daha sık konuşur olmuştuk. Lakin odada bir fil var. Doktor kimdir? Hangi konumda yer almaktadır ve kendini hangi konumda görmektedir?
Yazının girişinde belirttiğimiz gibi, tarihsel olarak hekimler toplumun üst katmanlarında yer almışlar ve daha muhafazakâr bir grubu oluşturmuşlardır. Hâlbuki özellikle küresel olarak yaygınlaşan neoliberal politikalar çerçevesinde, sağlık hizmetlerinin yeniden konumlandırılmasıyla değişen hekim-hasta ilişkisi, sosyal etkilerin kimsenin tahmin edemediği kadar büyük olduğunu gösteriyor bize. Hekimler, yeni bir proleterya ve belki prekarya mensubu olarak konumlanmak durumunda kalıyorlar ve yıllar boyu devam eden sosyal dinamik bu fay hattının kırılmasıyla değişiyor, dönüşüyor. Bu hattın üstünde olanları, aynı depremzedeler gibi felakete sürükleyerek. Hayaller yıkılıyor, idealist söylemler sönük veya ilgi çekmeyen sıkıcı anekdotlar haline geliyor. Herhangi bir çalışan olmak için mi bu kadar çaba? Toplu sözleşme yapmak için mi bu kadar emek? Gerçekten, doktorken sağlık çalışanı haline mi geliniyor?
Hekim Sendikaları, tüm hekimlerin ilgisini çekiyor ve neredeyse her akşam bir veya birkaçının Twitter veya başka bir mecrada sohbet veya tartışma saatleri oluyor. Hekimler öfkeliler, beklentileri var ve birlikteliklerinin bir sonuç getireceğine inanıyorlar. Burada can sıkıcı bulduğum birkaç küçük detayı paylaşmak istiyorum sadece. Bunlar dışarıdan bakan birinin sözleri, bu sendikalarda emek veren arkadaşları incitmek değil ancak bir meraklının sorduğu sorular olmaktan öteye de gidemeyecek laf kırıntıları olarak alınabilir eğer hoşlarına gitmezse.
İlk olarak, “biz siyasal bir hareket değiliz” söylemi üzerinde durmak gerekiyor. Ülkemizde 12 Eylül sonrası yaygınlaşan bir ifade bu. Alış satış yapanların ticari olmak istememesi gibi toplumsal müzakere yürütenlerin siyasi olmama iddiası komik gerçekten. Aslında satır aralarında söylenmek istenen başka. Örneğin “ticari değilim” diyen bir satışçı şunu demek istiyor: “Ben tamahkâr, sadece kâr peşinde koşan biri değilim, değerlerim var.” Sanki ticari olan bir kurumun değerleri olamazmış gibi. “Biz siyasi değiliz” diyen bu müzakerecilerin demek istedikleri de şu: “Biz anarşist, komünist, vs değiliz, biz ülkemizi-devletimizi-vatanımızı seviyoruz, bozgunculuk yapmak istemiyoruz.” Sanki siyaset bozgunculukmuş gibi. Ancak, kavramların yerine konması açısından sendikaların siyasi faaliyet alanı olduğunu bu arkadaşlara hatırlatmak gerekiyor. Her ne kadar farklı iddiaları olan sendikalar olsa da, sendikal hareketlerin de doğaları gereği sol hareketler olduğunun bilinmesinde fayda var. Bu satırların yazarı siyaset bilimci olmadığı için bu çok genel tanımları bırakıp tartışmayı kesmek uygun olacak.
Diğer bir can sıkıcı nokta hekim sendikalarının üst tondan, hatta bazen “had bildirir” tarzda konuşmaları veya bu minvalde paylaşımlar yapmaları. Hak savunucusu olan kurumların dikkatli bir dil kullanmalarının önemini, hekim sendikalarının TTB deneyiminden bilmeleri beklenirdi aslında. Yıllardır, içerik olarak çok değerli işler yapan TTB, kamuoyuna yaptığı açıklamalarında kullandığı dil ve bazı hassasiyetlere duyarsız kalmasıyla önce kendi hekim tabanına yabancılaştı. Kurulan bu yeni sendikaların, bu duruma karşı dikkatli olmaları gerekiyor. Kamuoyuna açık kurumlar bu sorumlulukta davranmalı.
DOST Platformuna gösterilen tepkiler işlerini zorlaştırıyor olsa da sendikalar bir mücadele bütünü içinde yer aldıklarının bilincinde olmalı. Hali hazırda Türkiye’de örgütlü üç federasyonda da temsil ediliyor olmak önem kazanacaktır önümüzdeki günlerde. Burada, farklı federasyonda dahi olsalar, hekimlerin tek bir ses olarak davranabilmeyi başarmaları değerli olacaktır. Tüm bu tartışmalar, yukarıda yaptığımız fay hatlarının hasarları ortaya konmadan biraz zor yapılabilir.
İvan ilyiç Oblomov, çok değerli ve güzel bir insan olmasına rağmen sıkıcı bir köyde, sıkıcı bir evde, kalabalık içinde miskin bir yalnız olarak öldü romanın sonunda. Oblomov, hayatını değiştirecek hamleyi yapmaktan acizdi. Acaba hekimler bu kadar oblomovlaştılar mı gerçekten?
Prof. Dr. Adil Polat
Nisan 2022
Bağcılar, İstanbul

Yorumlar (0)