Bizler insanlık tarihini değiştiren savaşları, imparatorlukları, keşifleri konuşuruz. Ancak tarihin karanlık sayfalarının arasında sessizce ilerleyen bir düşman vardır ki ne topların gürültüsü duyulur ne de kılıçların çarpışması… O düşman sıtmadır. İnanç sistemlerini altüst, toplumları hasta, yorgun ve umutsuz bırakan…
Sıtma bugün tropikal hastalık gibi algılansa da, yüzyıllar boyunca medeniyetlerin kaderini belirlemiştir. Savaş meydanlarına girmeden orduları kıran, büyük liderlerin planlarını bozan, kimi bölgelerde imparatorlukların genişlemesini durduran hastalık.
Bir sinek ısırığıyla başlayan öykü, nasıl oldu da dünyanın en görkemli imparatorluklarından biri olan Roma İmparatorluğunun şehirlerini yerle bir etti?
İmparatorlukların çöküşü genellikle ekonomik krizler, iç savaşlar ve barbar istilalarıyla açıklanır. Ancak en görkemli devletlerin belini kıran büyük darbelerden biri Anopheles sivrisineğinin kanatlarından gelmiştir.
MS 4. ve 5. yüzyıllarda, güneş radyasyonundaki artış ve tektonik hareketler Akdeniz seviyesini yükseltti, havalar ısındı, nem arttı. Akdeniz’in verimli ovaları, göller ve nehir yatakları, sivrisinekler için muazzam üreme alanlarına dönüştü. Sıtma, bu bölgelerde endemik bir hastalık olmaktan çıkıp ölümcül bir pandemiye dönüştü.
Bu salgın, toplumun bel kemiğini kırdı. Üretim durdu, askerler hasta yatağında kıvrandı, anneler çocuklarını kaybetti. Ama belki de en yıkıcı etkisi, insanların umudunu tüketmesiydi.
Bu yazımda, Dr. Mehmet Gazi Kobaner’in “Roma Dönemi Çukurovasında Sıtma” başlıklı doktora tezinden faydalandım.Tez; sıtmanın varlığını yalnızca yazılı kaynaklarda değil, toprağın altındaki sessiz tanıklarda – kemiklerde – arıyor.
Yumuktepe ve Yüceören nekropollerinden çıkarılan iskeletler üzerinde yapılan incelemeler çarpıcı.
Sıtmanın neden olduğu kronik anemi, kemik iliğini aşırı çalışmaya zorlar. Bu da kafatasında cribra orbitalia ve porotikhiperostoz denilen delikli, süngerimsi yapılar; uzun kemiklerde genişleme ve şekil bozuklukları oluşturur. İncelenen Roma dönemi kemiklerinde bu patolojilere sıkça rastlanmış. Ayrıca, sıtmaya karşı evrimsel bir savunma olarak gelişen talasemi ve orak hücre anemisi gibi genetik kan hastalıklarının izleri de tespit edilmiş. Bu bulgular, sıtmanın bölgede ne kadar köklü ve yaygın olduğunun somut kanıt olarak tespit edilmiştir.
Tezde antik yazarların sıtmayı nasıl algıladığını da inceleniyor. Hipokrat, bataklık suyu içenlerde dalak büyümesi olduğunu gözlemlemiş, ancak sivrisinek bağlantısını kuramamıştı. Romalılar hastalığı “kötü hava” (mala aria) olarak tanımladı, bu terim zamanla “malarya”ya dönüştü. Vitruvius gibi mimarlar, şehirlerin bataklıklardan uzak, yüksek ve rüzgarlı yerlere kurulmasını öğütlüyordu. Cicero, arkadaşı Atticus’un aylarca süren “kuartan ateşini” mektuplarında kaydederek bize hastalığın seyrine dair nadir bir günlük bıraktı.
Tedavi yöntemleri ise umutsuzluğun bir yansımasıydı: Kan alma, pelin otu, maydanoz, kurban kesme, “Abrakadabra” yazılı muskalar… Hatta bazı reçetelerde, hastanın hamile bir kadının terli gömleğini giymesi veya tahtakurusu yemesi öneriliyordu.
Osmanlı arşivlerinde, özellikle Balkan seferleri sırasında sıtmanın yeniçerileri nasıl zayıflattığına dair çok sayıda kayıt bulunur. 15. yüzyılda Balkan coğrafyası, sulak alanları ve bataklıklarıyla adeta Plasmodium için doğal bir laboratuvardı.
ABD tarihinde, bağımsızlık savaşından sonra en kritik dönemlerden biri hiç kuşkusuz Louisiana bölgesinin kaderidir.
Napolyon, bu geniş toprakları Fransa adına tutmak istiyordu; ancak Karayiplerdeki Haiti isyanı sırasında askerlerinin büyük bölümünü sıtma ve sarıhumma kırdı. Napolyon, ordu kaynağını kaybedince Amerika’daki kolonileri tutamayacağını anladı ve 1803’te Louisiana’yı ABD’ye sattı.
Bugün ABD’nin orta bölgesinin nasıl şekillendiğini düşünün… Bir mikrobun imparatoru geri adım attırmasının, bir kıtanın geleceğini değiştirmesinin etkisi işte budur.
Savaş tarihçileri bilir: I. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu ve Balkan cephelerinde en az mermiler kadar ölümcül olan şey sıtma salgınlarıydı.
1916’da Makedonya cephesinde İngiliz ordusunda 62 binden fazla asker sıtmaya yakalandı. Bazı birlikler, savaşamaz hale gelince cephe hattı çöktü. Bazen tarih kitaplarında önemli bir muharebe sonucu olarak okuduğumuz kırılmaların ardında işte bu görünmez düşman vardı.
Bugün sıtma hâlâ Afrika’nın büyük bölümünü rehin almış durumda.
Her yıl yaklaşık 600 bin insan bu hastalık nedeniyle hayatını kaybediyor; ölümlerin çoğu beş yaş altı çocuklar.
Yani insanlık, gelişmiş aşılar, antibiyotikler, yapay zekâ destekli teşhis sistemleri geliştirdi; ama sıtma adı verilen bu tarihî bela hâlâ en zayıf halkayı, çocukları hedef alıyor.
“Tarih ilerledikçe tehlikeler küçülecek” diye düşünenler derin bir yanılgı içinde. Tehlike küçülmüyor; şekil değiştiriyor, fırsat kolluyor. İklim değişikliğiyle beraber sıtmanın yayılma alanı genişliyor; ileride Avrupa’nın güneyi ve hatta Balkanlar bile yeniden riskli hale gelebilir.
Kılıç sesini duyarsınız, top sesini duyarsınız.
Ama bir sivrisineğin kanadının sesini duymazsınız.
Tarih ise en çok, duyulmayandan yıkılır.
Sıtma, insanlığın en kadim düşmanıdır; imparatorlukları çökerten, kıtaları şekillendiren, savaşları kazanan bir mikroskobik güç…
Onu hafife almak, tarihin en büyük hatasını tekrar etmektir.
O nedenle insanlık, gözünü savaş meydanlarından çok, bataklıkların sessizliğine çevirmelidir.
Çünkü bazen tarihi değiştiren şey, bir komutanın stratejisi değil, bir sivrisineğin ısırığıdır.

